Yazılar

Kemal DERİN

Şairin dediği gibi “büyük aşklar yolculuklarla başlar” diye, hele birde bir amaç uğruna çıkmışsanız bu yolculuğa daha bir manalı ve heyecanlı olmakta o aşk.

Benim İran yolculuğum da böyle bir aşkın filiz vermesiyle başladı. Yolculukla birlikte o aşk büyüdü ve hürremleşti.

Benim aşk yolculuğum Hünkâr Hace Bektaş Veli’nin izini sürmeydi.

İzini sürdürdükçe ona olan ilgim ve hayranlığım bir kat daha arttı.

2009 yılıydı, Ahmedinejad sandık hilesiyle yeniden seçilmişti. İran sokakları hareketliydi. Yeşil renkle ifadesini bulan yeşil devrim günleriydi.

Bilmeden, bir “Hac Yolculuğuydu” benimkisi. Çünkü sonradan öğrenecektim bunu yapan ilk kişi olduğumu.

İlk uğrak yerim Hünkâr’ın çocukluğunda ayak bastığı topraklardı. Nişabur, nam-ı diğer “güneş ülkesi” Horasan’ın vaktiyle parlayan yıldızı. Şimdilerde küçük bir kasabaydı. Binalud Dağı yine onu kucaklamaktaydı. Güzelliğinden bir şey kaybetmemişti. Ama yaşlanmıştı, tarihe tanıktık etmesi onu yaşlandırmıştı. Aradan 900 yılı geçmişti. Koca Cengiz Han’ın yassı kılıcını taşıyan Moğol’un hışmına uğramış, yok olup yeniden dirilmişti.

Şiddetli bir yağmur sonrası taşan derelerin önüne kattığı çalı çırpı misali bende Hünkâr’la birlikte savruldum o topraklarda. O çocukluğunu geride bırakmak üzereyken ben gençliğimi bırakıyordum. Can havliyle geceyi gündüze eş kılıyordum. Hangi kale, hangi diyar tahkimli bilmeden çölleri aşarak ilerliyordum. Herkesin koşup sığındığı, bir an olsun nefes aldığı Bâtıni kaleler önüme yepyeni ufuklar açıverdiler. Eminim ki Hünkâr’a da bu denli cömert davranmışlardı.

Dara, Müminabad kaleleri derken kendimi yeni yolculuklarda yeni aşkların koynunda buldum. Uğradığım yerler benim bir parçam gibiydi. Ne Yezd şehrini nede İsfahan’ı kendimden ayrı tutamazdım. Onlar da benimle aynı kaderi paylaşıyorlardı.

Şahdiz’e vardığımda Hünkâr’ın adım attığı gençliğinin kıyısındaydım. Derken güvercin gerdanlığı Alamut önümde boy verdi. Hem haberleşmenin hem de barışın simgesi güvercinler.

“Yola yol olmak ya da yolu yol kılmak” nedir orda öğrendim. Pişip hemi de eğlendim. Ruhumu orda yalnızlıktan kurtardım. Yeni ufuklara orda yelken açtım tıpkı Hünkâr gibi.

Henüz çok uzaktı bana “Işk Diyarı” Anadolu.

Yolculuk boyunca hem öğretecek hem de öğrenecektim. Adım adım Hünkâr’ın izini sürerken akıl deryasından da damla damla özümseyecektim vermek istediği mesajları.

Yol boyunca yoksulluk hiç peşimi bırakmadı. Kadercilik ve talancılıkta tabii… Bir o kadar da zenginlik… Farlılıkların harmanlanması da cabasıydı gördüklerimin.

Aşk’ın şehidinin yattığı yer Kerbela, Hakikatin sırrının parladığı Necef derken Şam’ın doğusunda Guta Bağları’nda buldum kendimi. Kalemun Tepeleri, Asi nehri önümde yol oldu. Tarihin gördüğü en uzun soluklu devrimci hareketin, İsmaililerin nabzının attığı yer Masyaf kalesi beni bağrına bastı.

Uzak diyarlardan gelen Haçlıların izine ilk orda rastladım. Din uğruna ne güneşler batırılmıştı kim bilir bu coğrafyada.

Haçlı neferleri de bir aşk uğruna yerini yurdunu geride bırakarak kalkıp gelmişlerdi bu coğrafyaya tıpkı Hünkâr gibi. Bir farkla Hünkâr uğradığı yerleri güzelleştirirken onlar harabeye çevirmişlerdi.

Yol uzun, menzil varmayı bekler…

Dede Garkın diyarı derken yol Çat’a vardı, Baba İlyas ocağına. İlk fişeğin ateşlendiği yerdeydim. Sonu gelmez yeni bir maceranın da doğumunda. Huruç vakti kapıları çalmak üzereydi.

Ne büyük umutlar heba olmuş orda öğrendim. Amasya kalesinde, Yeşilırmak kıyısında, kaya mezarlarının tanıklığında gördüm. Bir devir, bir tarih meğer orda yazılmış. Anadolu’nun kaderi orada çizilmiş.

Malya sonrası ardı arkası gelmez yenilgiler birbirini izlemiş. Tam da yok olmanın ara fesinde Hünkâr’ın ışığı parlayıvermiş.

Toparlanma ve yeniden diriliş vaktiydi Suluca Karahöyük.

Yapabildiğinden fazlasını yapabilmeyi ondan sonra gördüm. Bir başınayken 360 nehir olup bütün Anadolu coğrafyasına dağılmak, Balkanları aşmak, yeni nehirlere karışmak, onları hayata bağlamak neyin büyüsüydü?

O büyük aşkın…

İnsanlığı kurtuluşa götürebilmenin…

Ona muhabbetin aşkı.